Aysel Tuğluk’tan Yazılar

Aysel Tuğluk

Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) ve siyasi partiler tarihinin ilk kadın eş genel başkanı, DTP’nin kapatılmasıyla siyaset yasağı getirilen tek milletvekili kadın.
2007-2009 yılları arasında Diyarbakır, 2011-2015 yıllarında HDP Van milletvekili. Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu üyesi, İnsan Hakları Derneği Üyesi ve Yurtsever Kadınlar Derneği kurucusu. HDP Hukuk ve İnsan Haklarından sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı.
2016 yılında HDP Parti Meclisine seçildi. Genel Başkan Yardımcılığı görevindeyken Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen bir soruşturma kapsamında 26 Aralık 2016’da gözaltına alındı. 28 Aralık bu yana Kocaeli 1 Nolu F Tipi Cezaevinde…

Kocaeli Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı raporu ilerleyen demans hastalığı nedeniyle cezaevinde kalamayacağını ortaya koyduğu halde hala cezaevinde tutuluyor.

Gösteri Siyaseti ve Gerçek

17 Ocak 2010, Radikal 2

Savaşlarda, oyunlarda, büyük projelerde ve hatta yaşamın her alanında geçerli olan önemli bir kural vardır: Taktik hamlelerle bazı başarılar kazanmak mümkündür ancak iyi bir strateji olmadan sadece taktiklerle nihai sonuca ulaşmak mümkün değildir. Yani kazanmak için mutlaka bir strateji gerekir. En az bunun kadar önemli bir diğer husus da, “gösteri” ile “gerçek” arasında geçerli olan ilişkidir. Aslında felsefe sahasında, gösteri ile gerçek arasındaki ilişki oldukça karmaşık da burada konunun bu yönüne girmeden, kabaca şu yanını dile getirmek istiyorum: Gösteriler geçici olarak gerçeği örtebilirler ancak zaman ve problemler her seferinde üzerindeki gösteri örtüsünü kaldırarak gerçeği çıplak haliyle ortaya çıkarırlar.

Bir tarafın “çözüm” diğer tarafın “açılım” dediği/istediği bir süreçten söz ediliyor. Epeyce bir zamandır kamuoyuna dönük “bu iş bitti-bitecek” yönünde mesaj bombardımanında da bulunuluyor. Dahası, uluslararası koşulların da sorunun çözümünü emrettiği konusunda herkes hemfikir. Açıkçası çözüm konusunda rol alacak aktörler arasında uzun süredir direkt ya da dolaylı bir diyalogun varolduğu da hissediliyor. Bazı çevreler “sorunun çözümüne hiç bu kadar yakın olmamıştık” derken sanki belli oranda gerçeği ifade ediyor. O kadar çok şey söyleniyor ve o kadar baskın bir iklim yaratılıyor ki, ister istemez insan “neler oluyor?” sorusunu daha sık sormak zorunda kalıyor. Hatta bazen “uzman körlüğü” denilen beşeri sorunla yüzleşmek zorunda kalınıyor desem abartmış olmam. Yani, gerçeğin bir tarafına yoğunlaşmanın etkisiyle resmin bütününü görememe problemi. Bir taraftan devletin tarihsel politikalarından vazgeçemeyeceği yargısıyla olanı-olabilecekleri görememe, diğer yandan aşın iyimserlikle “tamam artık sonuna geldik” havasıyla şimdilik olmayanları-olamayacakları görememe durumu var.

Çevik Bir-AKP-CHP

Öncelikle hemen oldukça çıplak hale gelen bir gerçeği tespit edelim: Kürt meselesi artık çözüm sürecinde! Şu veya bu şekilde önümüzdeki birkaç yıl içerisinde çözülmek zorunda. Rakamlar bazında ifade edilecek bir süreçle karşı karşıyayız. Yukarıda belirttiğim gibi taktik hamlelerle bazı olumlu sonuçlar doğsa da, tarafların stratejileri açısından durum hiç de iç açıcı değil. Ancak stratejilerde -ki bu gerilimin benzer sorunların çözüm yolundaki kırılma anlarına tekabül ettiğini söylemek de abartı olmaz. Şöyle ki, 2000’li yılların başında devlet adına Çevik Bir’in dillendirdiği cümleler, temel hatlarıyla Türkiye Cumhuriyetinin sorun konusundaki stratejik pozisyonunu özetliyor: “Pazarlık falan yok. Dağdakiler inecek, sonrasında bir şeyler düşüneceğiz.” O tarihlerde bir mazgaldan söylenen bu cümleleri, daha sonra siyasetin en sağ yelpazesinden tutun da en soluna kadar çok kişiden duyduk. Rijit milliyetçiliğin bugünkü temsilcilerinden Deniz Baykal da benzer cümleleri sarf etti, ilginç olan ise, bugün açılım bayraktarlığı yapan ve toplumda belli umutlar doğuran AKP’nin de esas olarak bu stratejiden pek uzakta durmadığı gerçeği. AKP adına medya önünde ya da “off the record” olarak açıklama yapan yetkililerin şu söyledikleri, durumu netçe ifade ediyor: “Silahların bırakılması ve ardından demokratik zeminlerde hak arama mücadelesi kapsamında sorunlara çözüm bulunacak.”

Niyetler bir yana bırakılırsa General Çevik Bir’in sözleriyle AKP yetkilileri ve Baykal’ın söyledikleri arasında çok büyük fark yok. Bu durumda bugün adına “devlet projesi” denilen “açılım”, stratejik olarak şöyle ifade edilebilir: “Silahların bırakılıp dağın boşaltılarak TC’nin mevcut hukuku temelinde dönüşün sağlanması. Ardından bazı düzeltmeler temelinde üniter devlet ve mevcut ulus tanımı çerçevesinde varolan anayasa kapsamında sorunun çözümü!” Bazı yönleriyle lampedusa stratejisi: Hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek.

Aslında Kürtler açısından stratejik hat aynı yıllar boyunca, yani son on yıl boyunca pek değişmedi. Çeşitli taktik hamleler zaman zaman oldukça ılık hava estirse de, Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarının güvenceye alınması, demokratik siyaset olanaklarının açılmasını müteakiben dağın devreden çıkması olarak ifade edilecek bir pozisyonu hep korudu.

Bu noktadan bakıldığında her iki tarafın stratejik konumlarının neredeyse birbirine tamamen ters olduğu ve mevcut uzaklığın giderilmesinin mümkün olmadığı görülüyor. Elbette mevcut açıklığı görmezden gelerek bir yerlere varılamaz. Ancak stratejik konumdaki bu büyük farkın, çok büyük bir yakınlık içerdiğini de gözden kaçırmamalı. Çocuk oyunlarından hatırladığım “önce sen bırak” diye ifade edilebilecek bir durumla karşı karşıyayız. Hayatında iki grup olup ip çekme oyunu oynamayanımız yoktur. Bir an gelir taraflar birbirine “önce sen bırak” demeye başlarlar. Aslında kazanan yoktur. Sadece psikolojik bir etkisi olan bir gösteriyi kimin sahipleneceği gibi bir problem vardır. İşte Kürt meselesinde böylesine birbirine uzak ve bir o kadar yakın olunan bir eşikteyiz. “Önce silahları bırakın sonra yasal düzenlemeleri yapalım” diyen devlet, “önce yasal güvenceler verin soma silahlan bırakalım” diyen Kürtler. İpi önce kim bırakacak? Belki uzun zaman alır, bazı kırılmalardan geçebilir ancak bence bu pozisyon gerçekten de çözüme en yakın olunan bir anı ifade eder. Ama birdenbire en uzak anı da ifade ettiğini söylemek gerekir. Çözümün kuantum anı bir bakıma!

İrlanda sorununun çözümünde benzer bir kilitlenme, silahların kime teslim edileceği hususunda çıkmıştı. Yani böylesi anlarda psikolojik bariyerler, duygular ve güven büyük önem kazanıyor, işte jestler tam da bu güvenin tesisinde rol oynar. Biliniyor, dağdan, Maxmur’dan grupların gelip barışa şans tanımaları ve karşılığında tutuklanmamış olmaları gösteri olarak olumlu özellikler taşırken, kimi psikolojik bariyerleri aşındırırken, umutları daha da büyütürken, kısa süre sonrasında bütün çıplaklığıyla gerçeğin görülmesini de engelleyemiyor. Çözüm konusundaki stratejik pozisyonların uzaklığı ve çok önemli aktörlerin çözümsüzlük konusundaki ısrarlarını görmek için iki gün beklemek yetti. İşte AKP açısından gösteri siyaseti nihai sınırına vardı. Ya mevcut gerçeğin sertliğini kabul edip stratejik pozisyonda bir kopuş yapacak ya da birkaç gösteri hamlesinden sonra seçimlere yönelip ömrünün sonuna biraz daha uzun sürede ulaşma yoluna girecek. Mevcut veriler meyilin ve dengelerin ikinci seçenekten yana olduğuna işaret ediyor.

Kürt tarafı açısından zorlu bir açmaz var. İyi niyet jestleri bazen gösteri alanında oldukça negatif sonuçlar doğurup mesajda kırılmalar yaratabiliyor. Açıkçası her iyi niyet jesti devamı veya yenileri karşısında beklenti doğurmak ve özellikle de “biz gerekeni yapıyoruz ancak karşı taraf hiçbir adım atmıyor” tarzı bir güven bunalımı da yaratabiliyor. Nitekim son dağdan gelişler de hızla aynı akıbete yöneltildiler. Özellikle hükümetin “artık silahları bırakıp gelin” yönlü yaklaşımı, mevcut stratejik farkın derinliğini gözardı eden kötü bir gösteri siyaseti niteliği taşıyor. Zaten Türkçe karşılığı gösteri olan “show” sözcüğünün karşılıklı suçlamalarda kullanılması durumun en net verisi.

Bütün bunlardan varılacak şöyle bir sonuç var: Stratejik pozisyonlarda çok büyük bir fark mevcut. Bu farkın gösteri siyasetiyle aşılması mümkün değil. Bunu tespit etmek bir şeydir ancak bu konuda yapılacak şeyler üzerine düşünmek başka bir şeydir. Öncelikle mevcut stratejik pozisyonlar yalın ve net biçimde topluma izah edilmelidir. Bunu yaparken özellikle zaman yaratmak ve bu zamanı karşılıklı jestlerden oluşan pozitif bir “gösteri siyasetiyle” doldurmak önem arz ediyor. Önce kimin bıraktığının tartışılmayacağı şekilde ipin gerilimi azaltılıp bırakılması üzerine düşünülmelidir. Bu tür sorunların çözümünde zaman ve gerilimin azaltılması ve değişen iklim birçok açıdan çözümün oluşumu için en etkili öğelerdir. İşte “akil insanlar” meselesi, bu zeminin yaratılması için büyük önem kazanıyor. Zira, “çözüm” denilen şey, bir andan değil, çok karmaşık süreçlerden oluşan bir eğri halini alıyor bu sorunlarda.

Akil insanlar konseyi

Aslında bu süreç başlangıçtaki stratejik hatlarını korumaya çalışan güçlerin karşılıklı mücadelesi biçiminde gelişiyor. İşte diyalog ve aracılar, zamanla bu mücadelenin biçiminin değişmesinde de büyük rol oynarlar. Bu anlamda Türkiye’deki Kürt meselesi konusunda çözümden daha çok farklı mücadele biçimlerine geçiş üzerine konuşmak en doğrusu. Bunun için acil olarak bir “aracılık edenler konseyi” ya da “akil insanlar” inisiyatifi kurulmalıdır.

Tabii özellikle siyasi aktör durumundaki AKP ve BDP’nin de tam bu süreçte dillerine, söylemlerine azami ölçüde dikkat etmesi, önemli bir husus. Dil ve söylemler mutlaka değişmeli. AKP Kültlerde güven yaratan bir dil kullanmaya çalışmalı, samimi ve ciddi tutum kadar çözüm iradesini de kararlıca oluşturmalıdır.

BDP de her adımda, her söylemde Türklerin de kendisini izlediğini, dinlediğini unutmamalı, stratejik pozisyonları görerek konuşmalı, gösteri siyasetinin toz dumanının kısa sürede yerini gerçeğe bırakacağını bilmeli ve her iki stratejinin buluşabileceği bir yer yaratmalıdır. Aksi halde, kısa vadeli, zorlayıcı ve özellikle negatif bir söylem geliştirilerek Türkiyelileşme iddia ve vizyonu gerçekleştirilemez.

Bağlantılı son bir cümle söyleyeceğim, belki “bizimkilerin” pek hoşuna gitmeyebilir ancak, Kürt siyaseti ciddi bir yol ayrımında. Yeni şekillenen dünyada eskisi gibi davranmak her açıdan sorunlu hale gelecektir. Kürt siyasetinde demokratik mücadele yöntem ve güçlerinin belirleyici olduğu bir aşamaya evrilme konusu ciddi ciddi düşünülmelidir. Açıkçası, oldukça uzun vadeli ve yepyeni bir tarzda hem yöntem, hem ilişki, hem hedefler hem de dil bakımından demokratik, yaratıcı, çoğulcu bir tartışma ortamında seçenekler derinliğine tartışılmalıdır. Kısacası, ivedilikle çözüm yaratmak isteyenlerin de stratejileri olmalı, oluşturulmalıdır.

İnanalım ki, bir gün gelecek herkes istediklerinden bazılarına sahip Olduğuna inanacak, reddettiklerinin bazılarına gülecek ve başka şeyler isteyecek, işte mesele bugüne giden yolu yapmaktır. İpin ortasından tutalım ve kopmasına izin vermeyelim…

Bir Pozitif Ayrımcılık Örneği: Eşbaşkanlık

Bianet, 7 Nisan 2006

DTP (Demokratik Toplum Partisi) daha çok genç olmasına karşın uzun süreli bir mücadele deneyimine dayanıyor. Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlayan siyasi parti geleneği günümüze gelene kadar bir yandan ülkenin demokratikleşmesi için mücadele verirken, kendi içinde de büyük bir değişim geçirdi.

Parti içi demokrasi açısından önemli bir mesafe kaydedildi. Ancak değişim bununla sınırlı değil. Siyaset tanımımı ve siyaset yapma tarzına ilişkin radikal değişimler gerçekleşti.

DTP’nin ayırt edici özelliği, siyaseti merkezi örgütlerce yürütülen bir elit işi olmaktan çıkarmaya çalışmasıdır. Bunun için kendi içinde yatay örgütlenmeyi ve meclis tarzı çalışmayı benimsemiştir.

Bununla bağlantılı diğer bir özelliği de siyaseti eril bir uğraşı olmaktan çıkarmak için kadınların katılımı ve temsilini yükseltmeyi ilkesel bir yaklaşım olarak benimsemesidir.

Bu amaçla Türkiye’de ilk kez uygulanmakta olan “Eşbaşkanlık” sistemini düzenledi. Bunu yerellere doğru genişletme düşüncesi bulunmaktadır.

Büyük emek verildi

Partimizdeki eşbaşkanlık sisteminin hayata geçmesi, salt DTP süreciyle açıklanacak bir durum değil. Kadınlar, geçmişte de legal siyasal alanda çok büyük mücadeleler verdiler. Özellikle Kürt kadınları.

Büyük emeklerle büyük engel ve sıkıntıları aşarak legal alanında kadın iradesini açığa çıkardılar. Siyasette kendi varlığını hissettirme, söz ve karar alma süreçlerinde yer alma noktasında zorlu bir mücadele yaşandı.

Bunun mutlaka kazanımları oldu. Bir anlamda kadın da tanınmaya başlandı. Yani bu alanda yokken, siyasal alanda da varlığını hissettirdi.

Dolayısıyla ben DTP’deki Eşbaşkanlık sisteminin kaynağının burası olduğunu ve gücünü buradan aldığını düşünüyorum.

Cins sorunu stratejik

Bir geleneği ifade edersek, HEP’ten bugüne kadar, diğer partilerden farklı bir bakış açısı var. Bir kere cins sorunu çok hayati, stratejik görülüyor.

Özellikle bu son dönemlerde, kadınların kendi kimlikleriyle var oluşlarıyla birlikte daha da yer edinmeye başladı. Sonuçta bu mücadele eşbaşkanlık sistemini doğurdu diyebilirim.

Türkiye’deki partilere baktığımızda başkanlık sadece erkeklere aitmiş gibi algılanmakta.

Yönetim kademelerinde erkeğin olması her zaman için doğal görülmektedir. Kadının başkanlığı ise anormaldir. Toplumda da böyle bir algılama var. Üstelik kadın için sadece başkanlığı yapamaz anlayışı yoktur.

Bütün olarak siyasette yapabilecek bir unsur olarak görülmez kadın. Bir araç olarak, yardımcı olarak görülür. Karar süreçlerine katılan, siyasete yön veren bir güç olarak algılanmaz. En merkezinde bile olsa öyle bakılmaz kadına. Bu mantığın değişmesi gerekiyordu.

Kadınlar olarak çok geriden başlamamıza, önümüzde büyük engeller olmasına rağmen, bu süreçleri yerel mücadelelerle atlatıp rolümüzü oynayabiliriz. İşin bir bu boyutu var. Bir de siyasetin çok eril karakterli yürütülmesinin ve bu karakterin siyasette çok da çözümleyici bir rol üstlenmemesi durumu var.

Erkeğin bakış açısı daha çok iktidara dayalı. Kendi bireysel ya da grupsal çıkarlarını hayata geçirme temelinde bir siyaset güdüyor. Daha çok baskı kültürünü, militarist kültürü içeren bir tarzı hakim kılıyor.

Kendi özündeki bu olguyu yaşamın her alanında olduğu gibi siyasete de yansıtıyor. Erkek açısından siyaset, kendi egemen erkek sistemini devam ettirmenin bir aracı aslında. Dolayısıyla bu kültürün de değişmesi gerekiyordu.

Sistemle en gerçekçi mücadele

Sistemle mücadeleyi en gerçekçi yürütebilecek konumda bulunan kesim kadın. Çünkü sistemin mağduru. Onu değiştirme gücünü en çok hissettiğinden sistemle mücadelesi de daha samimi.

Bir de şöyle bir gerçek var: Erkek siyasette sistemle bütünleşiyor. O sistem kendisini iktidar eden, ayrıcalıklı kılan, söz hakkı veren, kısaca var eden bir sistem.

Dolayısıyla her alanda bu sistemle uzlaşmayı tercih ediyor ve bu nedenle de toplumda bir değişim gücü yaratamıyor.

Yani gerçek değişim gücünü bu ihtiyacı en çok hissedenler, bu sistemin mağdurları yaratabilir.

Bir de Eşbaşkanlık şu açıdan önemli. Toplumda, özellikle de erkeğin bakış açısında bir değişimi yaratıyor. Bir kere düşünün, toplumda erkeğin başkan olması doğaldır.

Ama bir kadın rolünü uyguladığında bu toplumda bir sorgulamaya yol açar. Bu da beraberinde sosyal yansımalarını gösterip kültürel bir değişime yol açar. Hem toplum hem de diğer kadınların güven duygusu gelişir. Ama bütün bunlar kadının misyonunun doğru oynanmasıyla bağlantılı.

Tansu Çiller de kadındı

Hep örnek gösterilir ya, Tansu Çiller de bir kadındı diye. Başbakandı, parti başkanlığı da yapmıştı ama erkekten farklı bir siyaset anlayışını getirmedi.

Şu önemli. Sadece kadın olmak yetmiyor. O bakış açısını ne kadar taşıdığı, o sorgulamayı ne kadar yaptığı, kadın kimliği ve bilincine ne kadar taşıdığıyla doğrudan orantılı bir durum.

Tabii her şey tüzük maddeleriyle olmaz. Bunu biliyoruz. Teoride dünyanın en iyi çözümünü bulsanız da önemli olan pratik politikada bunu nasıl uyguladığınızdır.

Biz parti olarak henüz işin çok başındayız. Ayrıca bu parti kadın sorununda sıfırdan başlayan bir parti değil. Bir gelenek var. Bir mücadele var ve onun yarattığı kazanımlar var. Yani güçlü bir zemine sahip. Bizim çabamız da bu zeminin büyütülmesi noktasında olacak.

Yüzde 40 cinsiyet kotası

Parti olarak bazı tedbirler almak gerektiğinden hareketle bayağı bir tartışma süreci yaşadık. Yüzde 40’lık cinsiyet kotası bu anlamda bir tedbir.

Kadın örgütlenmesinin özgün ve özerk bir yapılanmaya dönüştürülmesi, bir de kadın meclislerinin oluşturulması önemli bir yenilik.

Bütün bunlar yeterli mi diye soracak olursanız, aslında çok önemli bir kazanım ama yüzde 40’lık cinsiyet kotasını sadece şekilsel bir hak olarak görmemeli.

Önemli olan bu avantaj ve tedbirin içinin kadın mücadelesinden gelen, kadın mücadelesini verme iddiasında olan ve kadın bilincine sahip kadınlarca doldurulması.

Aksi takdirde şekilsel bir hakka dönüşebilir, bir hak olarak görüp ne olursa olsun benim orada yer almam gerekir diyerek, kadın bilincine tamamen yabancı kadınlarla da doldurulabilir.Bu nedenle kotanın kadın mücadelesinin özüne uygun doldurulması gerekir. Yani siyasete atılan kadın bir defa kadın kimliğini ve bakış açısını taşımalı ve bulunduğu yerde bunun mücadelesini verebilmeli.

O Kadar Kadını Nereden Bulacaksınız

Kürt Siyasetinin Mor Rengi, Gültan Kışanak, 2018

Elâzığ’da doğdum. Aslen Dersimliyim. Babamın işi nedeniyle ailem Elâzığ’a taşınmış. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım Elâzığ’da geçti. Ağabeyim devrimci mücadele içindeydi. Çocukluğumda ağabeyimi ve arkadaşlarını ilgiyle gözlemliyordum. O dönemde (70’li yıllar) fazla anlam veremediğim bu süreç, yaşamımda belirleyici olacaktı. Elâzığ genelinde yapılan bir operasyonda ağabeyim de gözaltına alındı. Bin Sekiz Yüz Evler denilen işkence merkezine götürüldü. Annemle birlikte günlerce kapıda beklediğimizi hala dün gibi hatırlıyorum. Ağır işkencelerden sonra tutuklanarak cezaevine gönderildi. Birkaç ay sonra aynı cezaevine sevk edilen faşistlere silah verilmiş, onlar da havalandırmadaki tutukluları taramışlardı. Birçok tutuklu yaralandı. Ağabeyimin durumu ağır olduğu için Diyarbakır’a götürüldü. Ama kurtarılamadı. Solunum cihazının çekilerek ölüme terk edildiği söylendi. Ağabeyimi kaybetmek tüm aile için büyük bir travmaydı. Ailemizin yaşadığı bu zorlu süreç, yaşadığımız acılar, beni olup bitenleri sorgulamaya sürükledi. “O güzel yürekli gençler, kadınlar ne yapmak istiyorlardı?” sorusuna cevap bulmaya çalışıyordum. Bunları yaşayan biri olarak muhalif, solcu ve isyankâr olmak dışında bir seçenek kalmıyordu. Bütün bu yaşananlar, bundan sonraki yaşamımda bir dönüm noktası olacaktı benim için.

Bütün bu yaşadıklarımız yetmezmiş gibi hala sık sık evimiz basıldığı için İstanbul’a, akrabalarımızın yanına taşındık. Ben de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım ve üniversiteye başladım. Üniversiteyi bitirip diplomamı aldığımda ilk önce siyasi tutukluların bulunduğu Bayrampaşa Cezaevi’ne gittim. Çocukluğumda gördüğüm devrimcileri şimdi cezaevinde ziyaret ediyordum. 90’lı yıllarda gözaltında acımasız işkenceler yapılıyordu. Ağır hak ihlallerinin yaşandığı bu süreçte siyasi davaların avukatlığını yapmayı önüme görev olarak koymuştum. Yurtsever avukatlar olarak hak ihlallerini, gözaltıları, işkence iddialarını takip ediyor, hukuki destek sunuyorduk. Daha sonra Toplumsal Hukuk Araştırmaları Vakfı’nı (TOHAV) kurduk. Vakfın amacı işkence mağdurlarına, fiziki ve psikolojik tedavi imkânı yaratmak ve davalarını hukuki olarak takip etmekti. İki dönem TOHAV’ın yönetiminde yer aldım. Aynı zamanda İnsan Hakları Derneği’ne de üye oldum. İnsan hakları mücadelesi mesleğimin bir gereğiydi.

Aynı dönem bir grup kadın arkadaşla Yurtsever Kadınlar Derneği’ni kurduk. Derneğin kuruluşu ile ilgili bildirimde bulunmak üzere emniyete gideceğim zaman yarı şaka yarı ciddi, oradan dönemeyeceğimi, gözaltına alınabileceğimi konuştuk. Kürt kadınlar ilk kez mücadelelerini bir dernek çatısı altında kurumsal olarak sürdürmek istiyordu. Herkes çok heyecanlıydı, derneğin kuruluşunu büyük bir kazanım olarak görüyorduk. Ancak kısa süre sonra dernek kapatıldı. İnsan hakları ve özgürlükler temelinde hukuk mücadelesi veren bir avukat olarak 1999’da Sayın Abdullah Öcalan İmralı’ya getirildiğinde savunma avukatları grubunda yer aldım. Çalışmalarımızı daha düzenli yürütebilmek için bir grup avukatla Asrın Hukuk Bürosu’nu kurduk. 2005 yılına kadar Öcalan’ın davasını takip ettim ve bu süre zarfında birçok kez Öcalan ile görüştüm. Zorlu ama bir o kadar da anlam dolu bir dönemdi. Elbette kendisiyle hem dava sürecini hem de siyasi konuları konuşuyorduk. Her görüşmede kadınlarla ilgili mutlaka bir değerlendirme yapıyordu. Kadın özgürlük sorununu toplumun özgürlük sorunu olarak görüyordu. Kadınların kendi demokratik araçlarını, özgün örgütlenmesini yaratması gerektiğini ısrarla ifade ediyordu. Öcalan’la yaptığımız her görüşme iz bırakıyordu.

Eşbaşkan tabelasını kadınlar astı

Siyaset çok ilgi duyduğum bir alan değildi. Kürt siyasetinde yeni bir arayış başlamıştı. Kürt, Türk, sol, sosyalist, demokrat çok geniş kesimleri kapsayan yeni bir siyasi oluşum kurma çalışması başlamıştı. Demokratik Toplum Hareketi ismiyle yürütülen çalışmaların koordinasyonunda yer almam biraz da öneriler temelinde gelişti. Heyecan verici bir çalışmaydı. 1994 yılında tutuklanıp on yıl cezaevinde yattıktan sonra serbest bırakılan DEP milletvekillerinin de içinde bulunduğu grup, illerde, ilçelerde, köylerde toplantılar yapacak, seçimle delegeler belirlenecek, aşağıdan seçilerek gelen halk delegeleri partinin kurucusu olacaktı.

Çalışmaya başladık; toplantılarda yeni partinin ilkelerini de halkla tartışıyor, önerilerini alıyorduk. Üç dört ay süren bu çalışma süresince güzel bir demokrasi örneği hayata geçirildi, yerelde sandıklar kuruldu, yaklaşık 350 bin kişi oy kullandı ve genel merkez delegeleri belirlendi. Bu çalışma Kürt halkında büyük bir heyecan yarattı. Ancak Türkiye’nin batısında sol, sosyalist ve demokrat kesimleri bu oluşuma katma konusunda istediğimiz sonuçları elde edemedik. Ortaya çıkan halk iradesiyle Demokratik Toplum Hareketi partileşme kararı aldı.

Partileşme süreci devam ederken yeni bir model olarak parti genel başkanlığında “eşbaşkanlık” uygulaması gündeme geldi. Tüm çalışmalara kadın arkadaşlar büyük emek veriyordu, Leyla Zana ve ben de koordinasyonda yer alıyorduk. Eşbaşkanlık önerisi kadınlarda büyük heyecan yarattı. Erkekler ise eşbaşkanlık önerisine anlam veremiyordu. Bunun ikili bir durum oluşturacağını, uygulamada, karar almada sıkıntı yaratacağını her fırsatta dile getiriyor, karar alınmasının önünü kesmeye çalışıyorlardı. Eşbaşkanlığın, “yasal olarak kabul görmeyeceği” de erkekler açısından güçlü bir gerekçeye dönüşmüştü. Erkekler bazen, “Tamam olabilir ama yasal olarak mümkün değil,” diyerek yasal kılıfa sığınıyorlardı. Kadınlar kararlı bir duruş sergileyerek, “Biz burada kararımızı alalım, uygulayalım, devlet reddetsin,” diyorlardı.

Partinin ilkeleri ve programı çerçevesinde yaptığımız toplantılarda eşbaşkanlığın yanı sıra, çift eşlilik ve kadın kotası da büyük tartışmalara neden oluyordu. Çift eşli olanların partide yönetici olamayacağına dair ilke kararı alınmasını istediğimizde, erkeklerin neredeyse tamamı, eğer bu kuralı uygulamaya kalkarsak, koordinasyondan birçok kişinin partinin kuruluşunda yer alamayacağını söyleyerek şiddetle karşı çıktılar. Bu kuralın halkın da tepkisine neden olacağını, çift eşliliğin yaygın olduğunu, partiye yönetici bulamayacağımızı belirterek, bunun hiç değilse partinin kuruluşundan sonra çift evlilik yapanlara uygulanması gerektiğini savundular. Kadın kotası konusunda da en önemli argümanları, “O kadar kadını nereden bulacaksınız?” oluyordu. Toplumun yarısının kadın olduğunu hatırlattığımızda da “nitelik” tartışması açıyorlardı. Kadınlar, arkalarında güçlü bir siyasal destek hissederek, her üç konuda da geri adım atmadılar. Kararlı bir duruş sergileyerek eşbaşkanlık ve kotanın parti program ve tüzüğünde yer almasını sağladılar, çift eşlilik konusunda da ilke kararı alındı. Bu kazanımlar kadınlarda büyük bir coşku ve zafer duygusu yarattı.

Tüm bunlar yaşanırken partinin kurulmasına karar verildi. Kadınlar bir komisyon kurarak kadın eşbaşkanı belirlemek için çalışmaya başladı. Ama ne yazık ki komisyonun çalışmaları bir türlü sonuç vermiyordu, teklif götürülen kadınlar çeşitli gerekçelerle bu görevi kabul etmiyordu. Çabalarımız sonuç vermeyince, kadın arkadaşlar bu görevi benim yapmam gerektiğini söylediklerinde yaşadığım duygu “aldım başıma belayı” duygusuydu. Bir nevi zoraki olarak bu görevi yüklenmek durumunda kaldım. Elbette bir kadın olarak eşbaşkan olmak onur vericiydi ama korkum bu göreve yeterince layık olamamaktı, bu kaygıyı taşıyordum.

2005 yılında DTP kurulduğunda eşbaşkanlar olarak Ahmet Türk ve ben seçildik. Genel merkezde iki eşbaşkanın odası yan yanaydı. Bu yan yana iki odada yaşananlar çok ilginçti. Partiye gelen erkekler –parti üye ve yöneticileri de dahil– doğrudan erkek eşbaşkanın odasına giderdi ve tüm siyasi tartışmalar o odada yapılırdı. Biraz kibar olanlar giderken kapıyı açıp bana da “Allaha ısmarladık” derdi. Yan odada yoğun olarak siyaset ve parti meseleleri konuşulurken, bir türlü kadın eşbaşkanın odasında siyaset konu edilmez, nezaket ziyareti yapılırdı. Daha da ilginci, yan odanın girişine, “Sn. Ahmet Türk / Eşbaşkan” yazılı bir tabela asılmış, kadın eşbaşkanın kapısına tabela bile yaptırılmamıştı. Yok sayılıyordum. Bu durum kadın arkadaşlarımızda çok büyük bir tepkiye yol açtı. Kadınlar, “Aysel Tuğluk / Eşbaşkan” tabelasını kendileri yaptırıp getirip odanın girişine astılar.

Bu süreçte kadın örgütümüzün kararlı duruşu ve dayanışmasıyla eşbaşkanlığı sürdürmeyi başarabilmiştik. Giderek erkeklerin tutumunda da bir değişim başlamıştı. Bir süre sonra Yargıtay’dan gelen bir tebliğle tartışmalar yeniden başladı. Tebliğde eşbaşkanlık sisteminin siyasi partiler yasasına aykırı olduğu ve kabul edilmediği belirtiliyordu. Erkek MYK üyelerimiz odama gelerek “üzüntülerini” ifade edip, bu sistemi uygulamaya devam edersek partinin kapatılacağını, bu riskin göze alınamayacağını belirtiyorlardı. Çok üzüldükleri için bir formül arayışına girdiler ve bana, “Seni örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcısı yapalım,” teklifinde bulundular. Olup bitenlerin farkında olarak, buna tek başıma karar veremeyeceğimi, kadın meclisimizle tartışıp bir karar vereceğimizi söyledim. Kadın meclisimiz toplandı, başkan yardımcılığının kabul edilmeyeceği, eşbaşkanlık sisteminin fiili olarak uygulanması ve eşbaşkanlığın yasalaşması için mücadele edilmesi yönünde karar aldı. Ve hemen TBMM’ye sunulmak üzere, eşbaşkanlığın yasalaşması için kanun çıkartılması talebini içeren bir imza kampanyası başlatıldı. Çok kısa bir sürede 98 bin imza toplanarak Meclis’e sunuldu.

Eşbaşkanlık sistemi kadınların kararlı duruşu ve zorlu bir mücadelesi sonucunda kazanıldı. Siyasi partiler yasası değişinceye kadar da fiili olarak uygulandı. Kadın eşbaşkan şahsında, kadın gündemi ana akım politikanın merkezine oturdu. Tecrübelerimizle biliyoruz ki kadınların olmadığı bir alanda kadınlar için hiçbir şey yapılmıyor. Geleneksel siyaset erkek egemen anlayışa göre yapılıyordu. Genel başkan ve partinin karar organlarındaki erkekler, siyaseti belirliyordu. Kadınların hem eşbaşkanlık hem de kota konusundaki ısrarlı mücadelesi kadınları siyasetin öznesi düzeyine taşıdı. Kadını siyasette “karar veren” değil, “yedek güç” olarak gören anlayış değişmeye başladı.

Eşbaşkanlık sistemi kurumsal olarak kabul görene kadar trajikomik birçok olay yaşandı. Bunlardan biri kamuoyuna da mal olan “yenge başkan” nitelemesiydi. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde partinin bir programına Eşbaşkan Ahmet Türk ile birlikte katılmıştık. Programdan sonra parti yöneticileriyle birlikte bir lokantaya gittik. Garson, Ahmet Türk’e, “Başkanım ne istersiniz?” diye sordu. Ardından bana dönerek “Yenge başkan sen ne istersin” dedi. Masadaki herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Ben de gülerek, “Eşbaşkanlığı yanlış anlamışsın. Eşbaşkanlık, eşit haklara ve sorumluluklara sahip bir erkek ve bir kadından oluşan bir kurumdur,” dedim. Daha sonra bu diyalogu hatırlayıp gülsek de kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin hangi zorluklardan ve zihniyet değişiminden geçtiğini gösteren önemli bir yaşanmışlıktır. Bugün eşbaşkanlık sistemi demokratik tutumun bir kriteri haline geldi, kurumsallaştı, yasal bir dayanağa kavuştu; birçok siyasi partide, hatta sivil toplum örgütlerinde uygulanmaya başlandı. Artık eşbaşkanlık sistemini uygulamamak bir eksiklik olarak görülüyor. Ama bütün bunlar kolay olmadı.

Eşbaşkanlık sisteminin kabul görmesi sürecinde yaşadığımız zorlukların bir kısmı da biz kadınlardan kaynaklanıyordu. Kadınlar böyle bir görevi kabul etme konusunda hep çekingen kaldı. Erkekler, eşbaşkan olmak için kendisini hazırlıyor, özel bir çaba sarf ediyor, ama kadınlar bu görevden hep uzak duruyorlardı. Evet, tüm kadınlar bunun olması gerektiğini savunuyor, büyük bir kararlılıkla mücadele ediyordu ama pratikte sıra görev almaya geldiğinde geride durmayı tercih ediyordu. Oysa kadınların “bu görev zordur” diyerek geri durması, siyaset alanındaki erkek egemenliğinin yeniden üretilmesine katkı sunuyor.

Halk vekil seçerken kadın-erkek ayırmıyor

2007 seçimlerine giderken aslında bir direniş zemini üzerinde yola çıktık. Yüzde 10’luk seçim barajının bizim önümüze kurulduğunu biliyorduk. Bu nedenle seçimlere bağımsız adaylarla katılma ve mutlaka parlamentoya temsilci gönderme kararı aldık. Kadın adayların belirlenmesi konusunda partimizin ilkesel kararları gereği, kadın meclisi ve yerellerde kadın çalışması yürüten arkadaşlar bir kadın seçim komisyonu kurdular. Fizibilite raporları hazırlandı, yerellerin önerileri alındı ve kadın adayları kotaya uygun olarak, kadın seçim komisyonu belirledi. Kadın adaylar açıklandığında, erkekler için hiç tartışılmayan kriterler kadınlar için tartışılmaya başlandı. “Kadınlar yapamaz, kimse bunları tanımıyor, siyasete tecrübeleri yok, halk istemiyor, oy kaybına yol açar” gibi birçok şey söylendi. Bu söylemler siyaseti erkek işi olarak gören anlayışın sonuçlarıydı. Kadınlar bu yaklaşımlara hiçbir şekilde itibar etmedi, taviz vermedi. Kadın adaylar ve kadın örgütümüz büyük bir emekle seçim çalışmalarını yürüttü. Sonuçta sekizi kadın, on dördü erkek toplam yirmi iki milletvekilliği kazandık. Bu söylemlerin halk nezdinde hiçbir itibarının olmadığı ortaya çıktı. Ben de 2007 seçimlerinde Diyarbakır milletvekili seçildim. On üç yıl aradan sonra Kürt halkının iradesi yeniden parlamentoda temsil ediliyordu. Kürt kadınlarının siyasal mücadelesi iki eksende gelişiyordu. Bir yandan varlığı tanınmayan bir halkın varlık ve özgürlük mücadelesinde rol üstlenirken, diğer yandan bir o kadar hayati olan kadın özgürlük mücadelesini geliştirmeye çalışıyordu. Milletvekili seçildiğimizde Meclis’te bu iki temel sorun ekseninde çalışma yürüttük. Ancak çok geçmeden parti hakkında kapatma davası açıldı. Bu dava, siyasi parti faaliyetlerimiz gerekçe gösterilerek, Aralık 2009’da kapatma kararı ile sonuçlandı. Aralarında Ahmet Türk ve benim de bulunduğum 37 kişiye ise siyasi yasak getirildi.

Partili arkadaşlarımızın ve sivil toplum örgütlerinin talebi ile 2010’da ben ve Ahmet Türk, Demokratik Toplum Kongresi’nde (DTK) eşbaşkanlık görevini üstlendik. 2005 yılında kurulan DTK, kadın, gençlik, sivil toplum örgütleri, şahsiyetler, meslek örgütleri, iş çevreleri dahil toplumun tüm kesimlerini kapsayan bir yapıydı. Böylesine karma bir platformda eşbaşkanlık uygulanması toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları açısından son derece önemliydi. Benim için de önemli bir deneyimdi.

Geriye dönüp baktığımda tüm deneyimsizliğimize rağmen erkek egemen siyaset anlayışının dışına çıkmayı başardığımızı görüyorum. Gerek mecliste gerekse yerelde yaptığımız siyaset tarzı halk nezdinde kabul gördü diyebilirim. Mecliste toplumun tüm sorunlarını, Kürt sorununu ve kadın sorunlarını en açık ve cesur bir şekilde ifade etmekten kaçınmıyorduk. Ayrıca çalışma alanımız sadece meclis değildi. Aynı zamanda yerelde hem halkla hem kadınlarla özgün programlar dahilinde çalışmalar yürütüyorduk. Halkla birlikte siyaset yapıyor, eylem ve etkinliklere katılıyorduk. Bu da halkta bir sahiplenmeye yol açıyordu. “Kadınlar yapamaz” algısını pratiğimizle ortadan kaldırdık. Öyle ki 2011 seçimlerinde aday belirleme komisyonuna her yerden kadın adayların önerilmesi bunun kanıtıydı. Halkla birlikte siyaset yapmayı esas almamız; mahallede, sokakta, yaşamın her alanında olmamız; klasik siyaset tarzının dışına çıkmamız halkta olumlu bir algı oluşturdu. Bunu büyük bir kazanım olarak görüyorum. Erkek siyaset tarzını gerilettik.

Demokratik siyaset, iddianame konusuna dönüştü

Ancak tüm çabalarımıza rağmen, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünü gerçekleştiremedik, acıları sonlandıramadık. Bir kadın olarak en büyük özeleştirimdir. Barış için öncü bir rol oynayabilirdik.

Tutuklanmadan önce HDP’de hukuk ve insan haklarından sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı olarak görev yapıyordum. 26 Aralık 2016’da Ankara’da gözaltına alınarak Diyarbakır’a götürüldüm. Benim gözaltına alınmam HDP’ye yönelik 4 Kasım’da yapılan operasyonun devamıydı. Bir gün Diyarbakır Emniyet Müdürlüğünde gözaltında tutulduktan sonra çıkartıldığım mahkeme tarafından tutuklanarak Kocaeli 1 Nolu F Tipi Cezaevi’ne getirildim. İki ay boyunca tek başıma bir hücrede tecritte kaldım. Daha sonra HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’la aynı hücrede kalmaya başladık. Bir kaç ay sonra DBP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel de bize katıldı. Üçümüz aynı hücrede kalıyoruz.

Demokratik siyaset temelinde yaptığım tüm meşru çalışmalarım, iddianameye dönüştürüldü. Yargılama yapılıyormuş gibi yapıldı. Hızlandırılmış bir süreç işledi, üç duruşma sonra, “silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek” iddiasıyla, 10 yıl hapis cezası verildi. Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğü, demokratik siyaset kapsamındaki faaliyetlerim nedeniyle açılan birçok dava da hala devam ediyor.

1990’lı yıllardan bugüne Kürtler, yargı eliyle demokratik siyaset dışına atılmaya çalışılıyor. Siyaset yapmanın bedeli ya ölüm ya cezaevi ya da sürgün olmuştur. Şimdi demokratik siyasette bir güç haline gelen kadınlar da cezaevinde. Bu yaklaşıma karşı sadece kendimiz için değil, birlikte yaşadığımız tüm halklar ve tüm kadınlar için demokratik siyaset yolunu açık tutma mücadelemizi sürdüreceğiz. Emeğimiz, kimliğimiz ve özgürlüğümüz için var olmaya devam edeceğiz. Kadın olarak “anne, bacı, eş” kıskacı içinde kimliksizleştirilen, eve hapsedilen cinsiyetçi zihniyete karşı mücadele etmek dışında bir seçeneğimiz yok. Bu nedenle biz kadınlar iddialı olmak zorundayız. Kadının duygusal ve analitik zekasının başaramayacağı bir şey yoktur.

Samuel Beckett’in sözleriyle, “Bir kez daha yenil, daha iyi yenil” diyerek kaybedilmiş her muharebeden sonra yeniden girişip bir kez daha yenilmeyi göze almayı bir oyun keyfiyle sürdürmeliyiz. Biraz daha kaybedebiliriz. Ne yapalım, yine-yeni­den ve daha iyisi için kaybetmek de buna dahil. Gerçek olan yaşamı üstlenmektir.

Yeni Mecliste Yeni Bir Yaşam İçin…

19 Temmuz 2007, Radikal 2

“…kız birdenbire, oğlan birdenbire

yollar, kırlar, kediler, insanlar

aşk birdenbire oldu…”

Orhan Veli Kanık

O gün güneş bir başka doğmayacak elbet. Bütün mevsimler bahara dönmeyecek. Ve… İnsanların hafızası/zihni Zen Budizminde olduğu gibi birden boşalmayacak yeni şeyler edinmek için. Nietzsche’nin ‘en büyük kötülük’ dediği Namütenahi umutlar beslemeyelim elbet, ancak yeni umutlar da edinelim kendimize. Hepimizin yeniden umutlanmaya ihtiyacı var çünkü…

Siyaseti bir ‘bilim’ olarak ele alıyorsanız ki siyasetin kesinlikle bir bilim olduğuna inanırım- kullandığınız dilden, yöntemlere ve hatta tekniğine kadar bilim disiplinine uymak gibi ahlaki bir sorumluluğu da taşımanız gerekmektedir. Ki, böyle bir ahlaka sahip iseniz, siyasetin felsefesini de bünyenizde taşıyorsunuzdur.

Birbirimize karşı koynumuzda bir ‘yılan’ gibi beslediğimiz önyargıların ve dogmaların çoğunluğunun politik olduğuna kuşku duymamaktayım.

Güvensizlik ya da korku duygularının (ki, tarihsel-toplumsal sebepleri vardır) pozitif evrimleşememesi bu korkuların kurgu ve sunumuyla ilgilidir. Bilime göre yaşadığını iddia eden büyük çoğunluğumuzun bir ‘yanlışlamaya’ gitmemesi, tüm bu ‘hipotezlerin’ yıllarca bir ‘doğru’ olarak toplumsal ve bireysel hafızamızda yazık ki kalıcılaşmasını sağlamıştır. İşte bu yüzden, öncelikle zihnimizi boşaltmalıyız. Yanlışlaya yanlışlaya gerçeğe, yalnızca gerçeğe açık bir zihin var edeceğiz. Zor ama yapabiliriz.

Düşünmek, bilmek, yaşamak

Arkaik önyargılar var çünkü içimizde; bazen yanlış olduğunu itiraf etsek bile yine de ister istemez bizi belirleyen, düşünsel olarak farkında olmasak bile günlük hayatımızdaki tavırlarımıza yön verebilen…

Baraka’yı seyrettiniz mi bilmiyorum; farklı inançların ritüelleri akıp giderken, ister istemez evrendeki yerimizi sorgulayıp bir taraftan da aslında birbirimizden pek bir farkımız olmadığını görüyoruz şaşkınlıkla… Pek bir farkımız yok ama bir arada iken, yan yana iken nasıl da ahenge bürünüyoruz. Bir büyü gibi dans ederken bir bütün… Uyanıyorum ve kafamın içinde bir Kızılderili atasözü çınlıyor; ‘Yeryüzünün sınırlara bölünmesiydi ilk kirlenme…’

‘Düşündüklerimiz, bildiklerimizden çok daha az, bildiklerimiz yaşadıklarımızdan çok daha az, yaşadıklarımız var olandan çok daha az ve bu duyarlı noktada biz olduğumuzdan çok daha az kendimiziz…’ derken bilge adam biz böyle her şeyi oturup konuşup yazarken ve iyi kötü bir farkındalık kazanmışken nasıl hâlâ birbirimizden bu kadar uzak ve tedirgin duruyoruz bilmiyorum. Tekrar kurmak gerekiyor demek ki düşündüklerimizi, tekrar sorgulamak…

Her şeye yeniden başlamak gerekiyor ama her şey için de ilk önce hiçbir şey olmak lazım… Peki, nasıl unutacağız bütün bildiklerimizi? Biz unutsak, toplumsal hafıza unutmaz.. demeyelim!

Haklı-haksız konu dışı

İlk gerçekten başlayabiliriz: toplumsal sorunlarda (ki, bu kesinlikle Kürt sorunudur) neredeyse 80 yıldır denenmiş tüm yöntemler bir sonuç vermemiştir. Denenmemiş, yeni bir yöntem bulmak demeyeyim, uygulamak zorundayız. Adına diyalog, uzlaşı, siyasi çözüm ya da ne derseniz deyin, militer davranış dışında bir yöntemdir bu. Şimdiye değin uygulanmış olan yan-lış-tı! Bugünden bile bakıldığında yanlıştır. Savaşın kazananı yoktur çünkü. Haklılık-haksızlık meselesi konumuzun dışındadır.

Bir çözüme, bir diyaloga, bir uzlaşıya ihtiyaç hissediyorsanız; tümüyle yeni bir yol, yaklaşım tasarlıyorsanız; bunun yöntemini ve dilini ussal ve mantıksal ve önemlisi de kalben bulmak durumundasınız. Artık kalbimizden konuşmalıyız. Dilin kemiği yok çünkü!..

Devletin savunma ve saldırı refleksleri halen 1920’leri çağrıştırıyorken; toplumda bir milliyetçilik hissiyatı almış başını gidiyorken; geçtiğimiz yollarda ölülerimiz çoğalıyorken; yapacağımız şey Tanrıya başvurmak değildir. Doğanın kendi dengesini bulmasını da bekleyemeyiz. Haklı-haksız tartışması ise, bitmez tükenmezdir.

Ki, bu bir polemiktir. Öyleyse?..

Bir arada yaşamak

İster kültürel çeşitlilik ister ekonomik çeşitlilik, isterse sınıfsal farklılıklar olsun yaşamımızın her bir yönünde var olan farklılıklar siyasetimizde bir norm, paradigmal bir değişim oluşturmalıdır. Hakeza düşüncelerin çeşitliliği de çok önemlidir. Eğer tek bir doğru düşünce, tek bir mutlak gerçek ve sürdürülebilir toplumsal hayatın tek bir doğru yolu olduğunu düşünseydik, o zaman kendimiz bir tür faşizm yaratmış olurduk, ki yarattık.

Ortak yasam kültürü ve demokratik cumhuriyet sistemi ancak çoğulculuk, dinsel ve dilsel çeşitlilik ve bütünün bir parçası olma vasıtasıyla gerçekleşir. Bunu gerçekleştirmenin tek tartışmasız tanımı-yolu yoktur. Herkes bu hayat biçimi içinde kendi anlamını, arayışını ve geleceğini bulacaktır. Buradan şöyle bir önermeye varabiliriz:

Biz ancak anlam sayesinde birlikteliğimizi gerçekleştiririz. Bu anlamı tarihin yaşanmış, okunmuş ve bilinmiş gerçeğinde bulabiliriz. Hakeza, bir arada yaşamak, güncel bir anlam olarak daha çok değer kazanmaktadır. Birkaç gün sonra yapılacak olan secimler, bir yönüyle bir arada yaşamanın referandumu olacaktır.

“İktidar ortaklığı”

23 Temmuz sabahı tam demokrasi hedefli ciddi bir muhalefete hazırlanıyorken, kendimizi apansız iktidar ortağı olma tartışmaları içinde bulduk. Söz konusu tartışmaların yaşanabileceği bir meclis tablosu öngörülüyordu ancak, nesnel bir seçenek olsa bile, gerçekleşebilir düşüncesine hiç sahip olunmadı.

Ki, bireysel fikirlerimizi olgunlaştırmış olsak ta, kurumsal yapımız da bunun henüz bir gündem olarak ele alınmadığını hassasiyetle belirtmek istiyorum. Türkiye’nin demokratik sorunlarına çözüm olma iddiasındaki siyasi anlayışımızın, en başından retçi bir yaklaşım içinde olmayacağını ve bu olasılığı çok derin analizlerle değerlendireceğini bir anekdot olarak bu metne düşebilirim.

Ancak, AKP’yi tek başına taşıyamayan-hazmedemeyen sistemin, bizlerin de içinde olacağı bir Türkiye siyasi iktidarına yönelik sadece muhtıra ile yetinmeyeceğini de eklemeliyim ‘derin’ bir hissiyatla.

‘Tarih tekerrürden ibarettir’ vecizesini kendilerine rehber edinmiş kesimlerin 23 Temmuz sabahına ilişkin şahsımıza ve siyasi geleneğimize dair yaydıkları kâbusların o çok tanıdık ‘senaryo’lardan biri olduğunu politik duyarlılığı olan herkes bilebilir. Marksist tarih felsefesine inanmış biri olarak tarihin en azından zaman olarak da mekân olarak da farklılık gösterdiğini söylemeliyim.

Yemin töreninden itibaren

(Türkçe)Yemin töreninden başlamak üzere meclis çatısı altında sürdüreceğimiz siyasi tutumun mevzuata, yasalara ve anayasaya uygunluğundan tutalım, evrensel değer ve normları da esas alarak, ülkemizin ve halklarımızın yaşadığı demokrasi eksenli sorunlarına meşru zeminlerde ve meşru söylem ve fikirlerle çözüm arayacağız, ısrarcı olacağız, beklentilerin karşılanma durumuna göre tutumlarımızı yine olgunluğumuzu kaybetmeden gözden geçireceğiz.

Popülist politikanın tuzağına düşmeden, ama temsil ettiğimiz ve oylarıyla seçildiğimiz geniş kesimlerin taleplerine bağlı kalarak parlamenter siyasetimizi geliştireceğiz. Meclis kürsüsünde Kürt sorununu, çatışmaları, cezaevlerindeki tecridi, hak ihlallerini, kadına yönelik ayrımcılığı ve şiddeti, yoksulluğu, türban ve YÖK sorununu ve tüm bu sorunlara çözüm geliştiremeyen iktidarı tatlı-sert bir üslupla gündemleştirdiğimiz de ki, kesinlikle gündemimiz de bu sorunlar olacaktır- biliyoruz ki bölücülükle, birilerinin sözcüleri olmakla itham edileceğiz.

Ki, daha seçim sürecinde böylesi suçlamalara maruz kalmaktayız. Rencide edici, tahrik edici, etik ölçülerin dışında birçok tacize ve tecride maruz bırakılmamız durumunda bile, politik ilkelerimize ve özgür irademize ve yine uluslararası hukuka uyumsuz davranmamız beklenmemelidir.

Ancak, siyaset alanımızın büyük oranıyla daraltıldığı, söz söyleyemez, iş yapamaz, siyaset üretemez hale getirilmemiz ve önemlisi de halka rağmen siyasetin uygulayıcıları olmamız istenir ve bu söz konusu yapılırsa kimi dayatmalarla, sine-i millet demek istemem, fakat ‘vekilleri’ durumunda olduğumuz halk kesimleriyle birlikte bir tartışma sürecini yaşayabileceğimizi ilkesel bir tutum olarak belirtmeliyim.

Çözüm önerileri sunmak

Türkiye’nin yaşadığı temel sorunlara ilişkin ‘sivil’ çözüm önerileri sunmak ve ortak aklı var etmek için, Meclis içinde ve dışında kendimizi dinletebileceğimiz herkesle diyalog kurarak bir konsensüse ulaşmak vizyonumuzun asal bileşenleri olacaktır. Asla rasyonellikten kopmadan, reel politik atmosfer içinde neyin ne kadar mümkün olduğunu bilerek, somut politik fikirler ve projeler üreterek Türkiye demokrasisini evrensel normlara taşımanın sorumluluğunda siyasetimizi geliştireceğiz.

500 yıllık tarihsel ittifakımıza ve 200 yıllık modernleşme çabalarına sadık kalarak cumhuriyetimizi demokratikleştirmek hem vekil olarak, hem de anayasal yurttaş olarak öncelikli görevimiz olacaktır.

Kürt sorununda ilk elden yapılması lazım gelen şiddetin durdurulması ve bir yol haritası oluşturularak silahların tümden bırakılması, meclis siyasetimizin omurgasını oluşturacaktır. Bunu yaparken adil, oluşturulacak yeni hukuka bağlı ve o çok speküle edilen taraf meselesinde özenli davranma gayreti içinde olacağız.

Tarafımız, Türkiye halkları ve onların savaşın bir an önce bitmesini isteyen tutumları olacaktır. ‘Ölülerimiz’ üzerinden değil, yaşayanlarımız ve yaşatabildiğimiz hayallerimiz üzerinden sözlerimizi söyleyeceğiz. İç barışımızı, toplumsal huzurumuzu ve ilk elden çatışmasızlığı sağlayamazsak, siyaset ahlakı gereği mecliste halkın bir vekili olmanın da anlamı olmayacaktır. Meclise girme amacımızın Kürt sorunu basta olmak üzere ülkemizin yaşadığı tüm demokratikleşme sorunlarına çözüm aramak olduğunu hatırlatmalıyım hem kamuoyu hem de bizlerin vicdanına…

1. Meclis’in ruhu

Siyasi partilerin ve liderlerin yaşadığı vizyonsuzluğa etkin bir muhalefet gücü olmak istiyoruz. Paradigmal ve psişik açıdan buna hazırız. Bütünleşmenin, bir arada yaşamanın figürleri olmak istiyoruz. 1. Meclis’in ruhunu istiyoruz. Gerçek birlik hukukuna, demokrasiye kavuşmuş Türkiye’nin yolunun, Kürtlerden geçtiğine inanıyoruz.

Türkün güvenliği için Kürt ne kadar gerekliyse, Kürdün güvenliği için de Türk o kadar gereklidir. Emperyalist ve iç gerici güçler zorla ayırmaya çalışsalar bile, bunun için türlü provokasyonlar, uzun vadeli planlamalar yapsalar bile, irademizi her zaman için bütünleşmekten, demokratik cumhuriyetten yana kullanacağız.

‘Farklılıklara evet ayrılıkçılığa hayır’ diyerek, etnik ve hatta dinsel milliyetçiliğe prim vermeyeceğiz. Çözümü hep birlikte, meclis çatısı altında, tam demokraside arayacağız. Merak edenler için söylüyorum; bizim Türkiye’ye verilmiş sözümüz budur!

Ortak tarih, değer ve gelecek

Yeni dönem meclis siyasetinde ortak tarihimize, değerlerimize ve geleceğimize sahip çıkarak, hassasiyetlerimiz üzerinden siyaset yapmadan ancak, hassasiyetlerimizi önemseyerek özenli bir dil, tutum ve samimiyet içinde olmamız gerektiğine iknayız.

Bizlere yönelik yaklaşımında bu yönlü olması beklentisi içinde olacağız. Birbirimizi samimiyet testlerine tabi tutmadan, bir şovdan öteye gitmeyen ‘kınama’ saplantılarına düşmeden, her sözümüzün ardından ‘bölünme’ hezeyanlarına kapılmadan ve inkâr etmeden, itham etmeden, geçmişe takılıp kalan prematüre zihniyetlerimizi aşarak ve anlama gücümüzü geliştirerek Meclis’i bir çözüm ve uzlaşı platformu haline getirelim. Bizler buna hazırız…

Evet, biz bir el uzatıyoruz, yeni bir yaşam için. Biliyoruz elbette, ancak aşktır birdenbire olan. 23 Temmuz sabahı başka bir güneş doğmayacak ama yeni bir başlangıç yapılacak, beraber hareket edip denenmemiş yolları deneyerek barışçı çözüm yolları bulmak için birlikte yeniden düşüneceğiz.

İnanıyorum: 23 Temmuz sabahı yepyeni bir siyasete, Meclis’e, hayata ve Türkiye’ye uyanacağız. Sizler de inanın…

English I Kurdish I Dutch I Spanish I French I Arabic I Italian I Portuguesse